
Horata ile yolculuğum başladığında incelemek istediğim ilk kitap tabii ki Agota Kristof’un bu üçlemesi değildi. Bu satırları yazarken bir yandan da ilk kitap hangisi olmalıydı diye kendimi düşünürken bulduğumu itiraf etmeliyim. Zor karar, aklımdan bir sürü kitap ismi geçti ama şu an buraya not düşebileceğim ilk kitaba karar veremedim.
Düzenli kitap okurları bilirler ki bazen insan tıkanır. Hayatı ile ilgili de tıkanır, onun içinde aldığı aksiyonlarda da tıkanır. Tıkanık bir dönemden geçiyordum ve en son Sadık Hidayet’in Kör Baykuş isimli kitabını bitirmiştim. [Onunla ilgili de fikirlerimi yazacağım Horata’da] Eylül başlarıydı yanlış hatırlamıyorsam ve düşünün ki kasımın ilk haftasındayız.
Öncelikle yazarımız Agota Kristof hakkında biraz bilgi vereyim. Macaristan’da doğmuş. Memleketinde yaşamına devam ederken Stalin karşıtı sosyalistler ayaklanmış. Bu ayaklanma Sovyet ordusu tarafından bastırılınca yazarımızın eşi de siyasi olarak aktif bir figür olduğundan İsviçre’ye iltica etmek durumunda kalmışlar. Yanlarında da 4 aylık bebekleri ile yeni bir yaşam kurmaca mücadelesine girmişler. Fransızca öğrenmiş fabrikada işçi olarak çalışırken. Bir yandan da tiyatro metinleri yazmaya başlamış. Ardından da kitapları ortaya çıkmış. İlk olarak 1986’da Büyük Defter’i yazmış. 1988 yılında üçlemenin ikinci kitabı Kanıt ortaya çıkmış ve sonuncu kitap Üçüncü Yalanlar 1991 yılında yayımlanmış. 2011 yılının Temmuz ayında da ölmüş.
Yazarın Türkçeye çevrilen 2 tane kitabı var. Yapı Kredi Yayınları’nın emeği ile bu yazıya konu olan Büyük Defter | Kanıt | Üçüncü Yalan ve Dün. Kitapla ilgili araştırma yaparken Necla Akdeniz Hanım’ın 14 Temmuz 2020’deki yazısına da denk geldim. Edebiyatın en hüzünlü cadısı olarak isimlendirmiş Agota Kristof’u. Çok yerinde ve harika bir isimlendirme olmuş. Ayrıca bu yazı dışında kendisinin yazısını okumak isterseniz Edebiyat Haber web sitesini ziyaret edebilirsiniz.
Birkaç şiir, tiyatro oyunları ve kısa hikayeleri de var yazarın. Fransızca olarak yazmış.
Şimdi gelelim kitabın genel değerlendirmesine. Aralarda sevdiğim bazı kısımları alıntılayıp oralara da ufak notlar düşmek istiyorum.
Büyük Defter
Odaklanma problemlerimle uğraştığım bir zaman dilimiydi. Serkan Keskin, Caner Özyurtlu’nun Loş Sohbet Youtube programında bu kitabın onun favori kitapları arasında olduğunu söylemişti. Serkan Keskin’i yaptığı işlerden severim. O öneriyi aklımda tutmuştum ve ekim ayı içerisinde bu kitabı almıştım. Masamın üstünde başka kitaplar da mevcutken bir şey dürttü beni. “Hadi şuna başla Bay Horata!” dedi ve ben de başladım.
62 tane alt başlık var Büyük Defter’de. Genelgeçer kişi zamirleri ve sıfatları dışında ilk bölümde hiçbir karakterin ismi yok. Nerede bulundukları ve hangi zaman diliminde oldukları ile ilgili de bir ipucu yakalayamıyorsunuz. Bir anda hızlı hızlı kendinizi alt başlıkları okurken ve hikayede ilerlerken buluyorsunuz. Sanki kitabın sayfaları içinden iki tane kol, zihninize uzanıyor ve sizi akışa çekiyor.
Kitabın girizgahında, ailesinden ayrılmak zorunda kalan ikizler anneleri tarafından gudubet bir anneanne karakterine bırakılıyor. Çıkış noktaları Büyük Şehir isimli bir yer ve Küçük Şehir isimli anneannelerinin kaldığı yere geliyorlar. Yanlarında çok az eşya var ve bu gelişin temel sebebi ülkedeki savaş. Birbiriyle görüşmeyen anne ve kız arasındaki gerginlikle bir silkeleniyorsunuz. Babaları da cephede tabii ki. Kopuk anne-kız ilişkisi, ikizlerin annesinin, babasını daha çok sevdiğini vurgulaması ve çocukları arkalarında bırakarak ayrılması karşılıyor sizi
İkizler anneannenin evini keşfetmeye başlıyorlar. Anneanne ve ikizlerin birbirini hiç tanımadıklarını da ekleyelim. İkizleri “İtoğluitler” olarak çağırıyor. İkizlerin hayatı hiç kolay olmayacak ve bunu anlıyorlar. Anneanne onlara görevler veriyor ve o görevler yapılmazsa çocukları cezalandırıyor. O zamanki günlük hayatın içindeki görevler bunlar: odun kesmek, bahçeyi sulamak, temizlik yapmak, süt sağmak, sebze ve meyveleri toplamak ve hayvanları otlatmak gibi. İş birliği yapmak zorunda kalıyor her iki taraf da. Şu cümle ikizlerin etik değerleri olduğuna şahane bir işaret:
Anneanne yemekte, “Anladınız, yemeği ve yatağı hak etmek lazım” diyor.
“Öyle değil, çalışmak çok zor, ama hiçbir şey yapmadan seyretmek daha da zor, hele çalışan yaşlıysa.”
Anneanne kıkırdıyor. “İtoğlu itler! Bana acıdığınızı mı söylüyorsunuz?”
“Hayır, Anneanne. Yalnızca kendimizden utandık.”
Not: “İtoğluit” TDK Güncel Sözlük içinde bitişik yazılmış. Kitapta yukarıdaki alıntıda olduğu gibi kullanılmış. Ben anlatımımda “İtoğluitler” şeklinde kullanacağım. Farklılık bundan kaynaklanacak. Okurun bilgisine.
İkizler balık yakalamayı öğreniyor, evlerinin yakınındaki derede gerçekleşecek pek çok olaydan biri oluyor ve ölü bir asker buluyorlar. Üzerindeki silahları ve bombaları alıp saklıyorlar. Belirtmem gerekir ki evleri sınıra da yakın. Sınırdan kaçmaya çalışma eylemleri de sıklıkla söz konusu oluyor.
Anneannenin evinde banyo yok. Eski yaşantılarında sıklıkla banyo yapabiliyordu ikizler. Ancak yeni yaşantılarında pislik içinde kalmayı da öğreniyorlar. Yalın ayak dolaşmayı da öğreniyorlar.
Not: Sayfa 19’da “elverdiğinde” yazılmış. Ancak TDK Güncel Sözlük içinde “elverdiğince” olarak kullanılmış. Yazım kuralları konusunda bir ortak noktada buluşmak gerektiğine inandığım için TDK Güncel Sözlüğü referans alırım. Bu yazımda ve diğer tüm yazılarımda bu şekilde gerçekleşecek.
Tabii ki anneanne çocukları dövüyor. Hatta başkaları da ikizleri dövebiliyor. Canları acıyor, ağlıyorlar da. Sonra ağlamadan acıya dayanabilmek için vücutlarını güçlendirme kararı alıyorlar. Birbirlerini döverek acıyı ve ağlamayı terbiye ediyor bu 5 yaşındaki iki çocuk. Şu cümle insanın ciğerini yakıyor:
“Bir süre sonra gerçekten bir şey hissetmiyoruz. Sanki başka birinin canı acıyor, başka biri yanıyor, kesiliyor, acı çekiyor.”
Bu arada anneannenin evinde bir subay kalıyor. Yılın belli zamanlarında geliyor ve kalıyor. Yine isim yok. Yazar sanırım burada askeri yönetimin sivil hayatlara kurduğu baskıyı bir şekilde temsili olarak anlatmak istemiş. Bu subayın bir de posta sorumlusu var. Ara ara artık ikizlerin de olduğu evi ziyaret ediyor. Anneanne ile olan durumu fark edince çocuklara ufak tefek yardımlarda bulunuyor bu posta.
Anneannenin kurdukları da dahil ikizlere çok kötü hitaplar var. Bunları duyunca canları çok acıyor ve bunu da yenmek zorunda hissediyorlar. Bu hitaplara maruz kalınca kızarmak ve bozarmak istemedikleri için birbirlerine hakaret etmeye başlıyorlar. Bunu bir noktada dışarı çıktıklarında insanların kendilerine hakaret etmelerini sağlayarak daha da pekiştiriyorlar. Kayıtsız kalmak muazzam bir psikolojik savunmadır bu arada. Şu cümlelerle insanoğlunun güzelliklere karşı kötücül yaklaşımını rahatlıkla yakalayabiliyor insan:
Ama eskiden kalma sözcükler de var.
Annemiz bize, “Canlarım. Aşklarım. Mutluluğum. Tapılacak bebeklerim” derdi.
Bu sözcükleri hatırlayınca gözlerimiz doluyor.
Bu sözcükleri unutmalıyız, çünkü artık kimse bize böyle şeyler söylemiyor, bu sözcüklerin anısı da taşınamayacak kadar ağır.
Bu güzel hitapları birbirlerine tekrar ederek alıştırma yapıyorlar. Ters psikolojik teknikle bu güzel sözcükleri o kadar çok ama o kadar çok kullanıyorlar ki anlamları kayboluyor o güzel hitapların. Onlarda uyandırdıkları acı da kayboluyor. (Hanımlar sürekli duymak istediğiniz şeylerin sizlere erkekler tarafından neden denmediğine bir de bu açıdan bakmanızı istirham ederim efendim!)
İkizlerin normal çocuklar olmadığını da söylemeliyim. Okumayı, yazmayı ve kafadan hesap yapabilmeyi hızlıca öğreniyorlar. Anneannelerinin evinde de bir şeyler öğrenmek ve pratik yapmak zorunda olduklarının bilinciyle birbirilerini eğitiyorlar. Elbette bunun için kalem, kitap ve deftere ihtiyaçları var.
Kitapçı ile yaşadıkları diyaloglar bana kahkaha attırıyor. Adamı delirtip nihayetinde almak istediklerini alabiliyorlar. Tekrar gelmek zorunda kalacaklarını da belirterek ayrılıyorlar oradan.
Kompozisyon yazıyorlar, sonra birbirlerinin yazdıklarını kontrol ediyorlar. Aynı şey matematik işlemleri için de geçerli. Gerçeğe saplantılı olmaları insanı biraz ürkütüyor. Agota Kristof savaş gibi bir gerçekliğin içinde çocukların çocuk kalamayacağını bu kadar etkileyici bir şekilde vurgulaması muazzam. Çocukların giderek duygusuzlaştıklarını şu cümleden anlayabiliriz:
Duyguları tanımlayan sözcükler çok belirsiz, bunları kullanmaktan kaçınıp nesnelerin, insanların kendileriyle, yani olayın sadık betimlemeleriyle yetinmek lazım.
Komşu kızı “Tavşandudak” ile tanışıyor ikizler. Cinsel kimlik bulma sürecinde tanıştıkları ilk kadın karakter “Tavşandudak”. İkizler kızın kendini tarif ettiği içeriğe rağmen onun annesine baktığı için iyi biri olduğunu söylüyorlar. Ona, ihtiyaçları olduğunda her zaman yeme ve içme konularında yardımcı olacaklarını söylerlerken “Tavşandudak” onlara nefretini kusuyor. (Ah kadınlar!)
“Tavşandudak” dan öğrendikleri dilencilik ve hırsızlık eylemlerini de deniyor ikizler. Dileniyorlar, hırsızlık yapıyorlar. Özellikle sayfa 34 ve 35’te dilenmek üzerinden toplumsal figürlerin takındıkları tutumları o kadar güzel analiz etmiş ki yazar, bir okur olarak hayretler içinde kalıyorsunuz. Ve o son cümleler 35. sayfadaki:
Eve dönerken, bisküvileri, çikolatayı, elmaları ve parayı yolun kenarındaki uzun çalılıkların arasına atıyoruz.
Saçlarımızdaki okşayışı atmak mümkün değil.
“Tavşandudak” hormonlarının etkisiyle de olsa gerek ikizlerin köpekleriyle cinsel münasebette bulunuyor. İkizler de bunu görüyor. Konuyu anlamadıkları için sorun olmuyor. Kızın annesi kör ve sağır. Muhtaç durumdalar zaten. Savaş sonrasında kadınların maruz kaldıkları, maalesef genelgeçer durumları yaşıyorlar. Yalnız bir sorun var ikizler bu sefer de körlük ve sağırlık alıştırmaları yapmaya başlıyorlar. Özellikle bombardıman uyarısı alarmlar çalarken, herkes bir yerlere saklanırken ikizlerin sokaklarda birinin kör diğerinin sağır olarak yaşama deneyi ancak bir çocuğun zihin dünyasında gerçekleşebilir.
Çocuklar, tam bir deneyerek öğrenmek mantığı ile yetiştiriyorlar kendilerini. Asker kaçağının evlerine uğraması sonucu onun günlerdir bir şey yemediğini öğrendiklerinde, alıştırmalarının yenisi aç kalmak oluyor. Anneanne de tam bir götlük yapma uzmanı! Çocukların bu alıştırmasını öğrenince tavuk pişiriyor. Çocuklar durumun farkındalar. Kendilerini bir şekilde açlık ile de terbiye etmiş oluyor ikizler.
Sayfa 43’te “güçbela” olarak yazılmış ancak TDK Güncel Türkçe Sözlük içinde bu ayrı olarak belirtilmiş.
İkizler anneannelerini hep müşahede altında tutuyorlar. Büyükbabalarının mezarına gittiğini defaatle gözlemliyorlar. Bu arada anneanne ile ilgili bir dedikodu var. Bu dedikodu kocasını zehirleyerek öldürdüğü yönünde. Delil yok ama şehirdeki herkes cadaloz anneannenin bunu yaptığından emin.
Öldürmek ile ilgili anneanneyle olan diyaloglarda kanımın tüm sıcaklığı çekildi. Çocuklara öldürmeyi sevip sevmediklerini soruyor anneanne bir tavuk pişirme mevzusundan sonra. Şu cümle ile cevap veriyorlar ve anneanne onları tasdikliyor:
“Hayır Anneanne, tam tersine hiç sevmiyoruz. Bu yüzden de alışmalıyız.”
“Anlıyorum, yeni bir alıştırma. Haklısınız, gerektiğinde öldürmeyi bilmek lazım”
Bu öldürmeyi öğrenme alıştırması bir çocuğun kesinlikle muhatap olmaması gereken durum. Savaş ortamında, insanın zor şartlarda var olmak için öldürmek zorunda kalmasını çocuklara öldürmeyi öğretmekle anlatmak diyorum…
Tüm bu alışma süreci devam ederken ikizlerin annesinin onlara para gönderdiğini öğreniyor ikizler postacıyı sıkıştırarak. Kış geliyor ve botlara ihtiyaçları oluyor. Ayakkabıcıya gidiyorlar ve hikayelerini anlatınca botlarını, terliklerini hediye olarak alıyorlar. Anneannelerine de onun cimriliğinden dem vuruyorlar tabii ki ayakkabıcının bu iyiliği sonrası.
Akışın devamında “Tavşandudak” ile papazın cinsel münasebetine tanıklık ediyoruz. Çocuklar papazı tehdit ediyorlar. Bu tehdit sonrası bir arkadaşlık da gelişiyor. Papaz yaptığından pişman, kilise yine testosteron seviyesi yüksek bir yer!
Papazın hizmetçisi hikayeye dahil oluyor. İkizleri yıkıyor, temizliyor ve onlarla ilgileniyor. Bu hizmetçinin anaçlığına saygı duymakla beraber biraz aşırı olduğunu düşünüyorum. Sonrasında bu hizmetçi ikizlerin yanına gele gide, gele gide evlerinde ara ara kalan subayın dikkatini çekmeye çalışıyor. Subaya niyet postasına kısmet diyerek o kısmı hızla geçiyorum.
“küçükhanım” bitişik yazılmış. TDK Güncel Türkçe Sözlük içerisinde ayrı olarak kullanılmış.
Subay postası, ikizleri subaydan korumaya çalışıyor bazı olaylar akışı sırasında. Kitabı okurken bazı tahminler yaparsınız ve olmamasını dilersiniz ya işte dileğiniz gerçekleşince bir mutlu olursunuz. Mutlu oluyorum. O kısımlarda çok gerildim.
Armonika ile meyhanelerde müzik yapma süreçleri başlıyor. İnsanlar ikizleri seviyorlar. Onlar da müzikallerini sihirbazlık gösterileri ile zenginleştiriyorlar. Bu meyhaneler hikayenin devamında da önemli olaylara mekan olacak.
Savaş şiddetleniyor. Bombardımanlar da… Alarmların sıklığı artıyor ve halk çok tedirgin. İkizler ise olayın ciddiyetinin hem farkındalar hem de değiller. Ortalık biraz karışıyor papazın evindelerken. Sonra ayakkabıcıya uğruyorlar. Dükkanı tarumar olmuş. Anneannelerinin evine gidiyorlar ve anneannelerini yerde baygın buluyorlar. Taşkınlık yapan askerler sırf elmaları yola döküldü diye dövüyorlar anneanneyi. Çocuklara ettiği işkenceleri düşününce içimden bir oh olsun demedim değil.
Kaçak askerin tespiti geliyor sonrasında. Hani şu ikizlerin silahını ve bombalarını alıp sakladıkları asker. Polis evi arıyor. İkizleri sorgulamak için karakola götürüyorlar. Olayın aslı şu ki papazın evinde bir patlama oluyor ve hizmetçi kız zarar görüyor. Polis ikizlerin yaptıklarından emin ama kanıtı yok. İtiraf ettirmek için sabaha kadar dövüyor çocukları. Üstelik alıkoyuyor da. Sonra subay ortaya çıkıyor ve çocukları polisin elinden kurtarıyor. Çocukların bakımını sağlıyor.
Anneannenin evine dönüyorlar. Yemekte anneannenin şu sözleri dikkat çekiyor:
Öğlen kalkıp mutfağa gidiyoruz. Yemekte Anneanne: “O kadını neden öldürmek isteyebileceğinizi düşündüm. Haklıydınız sanırım.”
Hikayeye bir “yeğen” karakteri ekleniyor. Savaş zamanında kimsesiz çocuklar ve onların acıklı yolculuklarını anlatmak için harika bir yöntem. Bir yaşlı adam çıkageliyor ve kızı anneanneye teslim ediyor yalvar yakar. Tabii ki bazı kıymetli menkullerle beraber “yeğen” i kabul ediyor anneanne.
Yeğen ikizlerden beş yaş büyük. İkizlerle didişmekten zevk alıyor. Evden kopuyor ve şehir hayatına adapte olmaya başlıyor. Erkeklerle etkileşimleri artıyor ve ikizler onu sevgilisi ile yakalıyor. Savaş sırasında yapılacak en iyi şeylerden biri seks sanırım. (Şehirlere bombalar yağardı her gece. Biz durmadan sevişirdik.)
Kitaptaki genç kadınların cinselliğe açlığı bence kıvamında anlatılmış. Bu arada sayfalar arasından kontrollü bir şekilde betimlenen bu açlığın gerçekteki mevcudiyeti daha tutkulu ve şiddetli =)
Siyasi yapı, yönetim el değiştiriyor. Subay ve postası gitmek zorunda kalıyorlar. İkizlerin, bu güç çatışmasının ortasında kalmaları bir sürü şiddet olaylarına tanıklık etmelerine sebep oluyor.
Tüm bu keşmekeşte anneleri ortaya çıkıyor. Evlenmiş ve bir kızı olmuş. İkizleri almaya geliyor. Amacı onları da alıp ülkeden kaçıp gitmek ancak başarılı olamıyorlar. Anneanne de bırakmak istemiyor ikizleri. Alıştı tabi cadaloz kadın!
Güç sahipleri değişince toplumdaki yansımaları da değişiyor. Yeni Yabancılar olarak isimlendirmiş Agota Kristof bu askeri grubu. Kontrolsüzlük, kadın tecavüzleri ve hırsızlık hat safhada gerçekleşiyor. Bu Yeni Yabancılar “Tavşandudak” ve annesine de zarar veriyorlar.
Yeni Yabancılar, Kurtuluş Ordusu ismini alıyor. Savaş bitiyor belli bir süre sonra. Gelenlerin dilini, kültürünü öğrenmek zorunda kalıyor ikizler.
Şu cümlelerden asla ölmeyecek dünyadaki ilk ticari işi tekrar anımsamış oluyorum:
Kızlar askerlerle başka ülkelerden getirdikleri naylon çorap, incik boncuk, parfüm, saat gibi eşyalar karşılığında yatıyorlar.
Yeni normalde hayata dönmeye çalışan bir toplumu eğitim ile oyalamak hamlesi hızla alınıyor yeni hükümet tarafından. Müfettiş geliyor ve çocukları okula göndermek zorunda olduklarını anneanneye bildiriyor. Öncesinde gelen mektuplar tabii ki de var. Ancak ikizler okula gitmek istemiyorlar ve müfettişe sağırlık ve körlük alıştırmalarından edindikleri yeteneklerini sergiliyorlar. Çocuklar okuldan muaf tutuluyor.
Anneanne yaşlanıyor ve ölümü ile ilgili kurguyu torunları ile yapıyor. Yine ölümle bu kadar barışık olmalarına çok ama çok şaşırıyorum. Hazinesinin yerini anlatıyor ikizlere ama ikizler zaten bildiklerini söylüyorlar ona.
Babaları ortaya çıkıyor sonra, birden geliyor ve gidiyor sonra tekrar geliyor. Anneanne öldükten sonra geliyor tabii ki. Hapiste işkence görmesinden ve kaçma planından bahsediyor çocuklarına. Sınırı geçme sırasında ikizlerin yolları ayrılıyor ve ilk kitap burada bitiyor.
Biz de burada duralım ben yazarken yoruldum, sizler bir de okuyacaksınız. Bazı kısımları bilerek vurgulamadım. “Spoiler” yememeniz içindi bu. Kitapta çocukların maruz kaldıkları günlük rutin işlerin ağırlığından hiç bahsetmemiş yazar. Rahatlıkla yemek ve içecek bulabiliyorlar. Savaş zamanında en lüks yaşayanların bile yeme içme faaliyetleri aksar. Anneannenin toplumun elit olan ve lüks içinde yaşayan kesiminde var olmadığı açık ancak temel ihtiyaçların temininde hiç sorun yaşamıyor oluşları bende hikayenin inandırıcılığını eksiltiyor. Savaşın çocukları çok çabuk büyüttüğünü tahayyül edebilirim. Yine de çocuklarda eksik olan bir şey var: vicdan. Ruhları çekilmiş gibi.
Büyük Defter için kapanışı yapalım beraber. Eğer ortalama bir okursanız muhtemelen ilk kısmı 180 dakika gibi bir sürede tamamlayacaksınız. Bu arada ilk kitabın yapısının kısa kısa olmasını yazarın bilerek tercih ettiğini daha sonraki kısımları okuduğumda daha iyi anlıyorum. Bir çocuk gibi yazmak gerekiyordu. Büyük Defter çocukların tuttuğu bir defterdi. Yaşananları bilinç seviyesi çok yüksek bir çocuk gibi anlatmak gerekiyordu. Çocuklar süslü ve edebi anlatımları kullanmazlardı. İlk bölüm tam olarak bu şekilde inşa edilmiş.
Kanıt kısmında görüşürüz!




